2 Ocak 2016 Cumartesi

ST. PETERSBURG

ST. PETERSBURG


        Gezilerimizde ilk tercihimiz vizesiz ülkeler olunca, hadi bu sefer biraz Avrupa görelim diyoruz ve rotamızı kuzeye St. Petersburg’a çeviriyoruz. İstanbul’dan direkt 3 saatlik THY yolculuğu ile kasvetli Pulkova Havalimanı’na ulaşıyoruz. Havalimanından çıkıp taksiye doğru giderken, “Merhaba yardımcı olalım diye bir ses bize yöneliyor. Azeri bir anne ile kızı bizi şehir merkezine  götürebileceklerini söylüyorlar. Bize de bu misafirperverliği seve seve kabul ediyoruz. Azerbaycanlı olmalarına rağmen iş nedeniyle uzun senelerdir Ukrayna ve Rusya’da yaşadıklarını, Türkleri çok sevdiklerini anlatıyorlar. Kızı neden St.Petersburg’ a geldiğimizi, burada hiçbir şey olmadığını, çok pahalı ve insanların suratsız olduğunu anlatarak dakika bir gol bir bizde hayal kırıklığı yaratıyor ama şehir merkezine ulaşınca tarihi ve masal gibi güzelim bir şehir bize merhaba diyor.


                        


        St.Petersburg gezimizi, Beyaz gecelerde çok kalabalık olacağından dolayı Beyaz gecelerin bitimine Ağustos ayının sonuna denk getiriyoruz. Sadece 70 gün güneş gören bu şehirde, biz çok şükür 3 günümüzü de bol güneşli harika bir havada geçiriyoruz. Gündüzleri hava sıcaklığı 26-27 derece iken geceleri 17-16 derecelere kadar düşüyordu. Şunu da belirtelim ki güneş ışınlarına yakın bir konumda olduğundan dolayı güneş inanılmaz yakıyor, ama gölgeye geçtiğinizde hemen bir serinlik hissediyorsunuz. Ufo gibi düşünebilirsiniz :)


                         
                                          Yılda 70 gün güneş gören masum Ruslar :)


        Azıcık St.Petersburg tarihini anlatmak gerekirse 300 yıllık bir ülke olup 1703 yılında 2.04 cm boya sahip olmasından dolayı Ruslar’ ın Büyük ve Muhteşem, uzatılan sakaldan vergi alacak kadar gözü dönmüş olmasından dolayı Osmanlı’nın da Deli dediği Petro tarafından kurulmuştur. Petro, İsveç Savaşı’nda Baltık deniz kıyılarını aldıktan sonra Neva Nehri’nin bataklık deltasına, hayranı olduğu Avrupa şehirlerini ilham alarak kendi ülkesini kurmaya karar veriyor. Dikkatinizi çekeriz Deli Petro kalkmış bataklığa şehir kuruyor, bunu da çamura tahtadan kazıklar çaktırarak bizim hayran hayran izlediğimiz binaların temelini oluşturuyor. Öncellikle beğendiği İtalyan mimar Rastrelli’ yi ülkesini inşa etmesi için davet gönderiyor fakat mimar olumsuz cevap verince Deli Petro kalkıyor İtalya’ya mimarin ayağına kadar gidip, mimarı sarhoş ediyor ve gemiye attığı gibi ülkesine getiriyor. Mimarında geliş o geliş sayısız birçok tarihi binaya ve saraya imzasını atıyor bir de üstüne güzel bir evlilik yapıp bu şahane ülkeye yerleşiyor.

        Şehir 42 ada üzerine kurulmuş ve 300 den fazla köprü ile birbirine bağlanmış. Eskiden Petersburg veya Petrograd yani Petro’nun Şehri olarak anılan şehre, 1924′te Lenin’in ölümünden sonra Leningrad adı verilmiş. Halk da az dönek değil hani, kim baştaysa şehre onun adını vermeler filan, neyse… 1991’ de SSCB’nin parçalanmasından sonra yapılan halk oylamasıyla kentin adı tekrardan Petersburg’a çevrilmiş.

        Havalimanından şehre iki türlü ulaşım var. Ya taksi ya da metro ile ulaşabiliyorsunuz. Dünyanın en eski ve en büyük metro ağı aynı zamanda bir çok durağı tarihi eser sayılmaktadır. Metro ağı çok karışık gibi gözükse de hemen çözüyorsunuz. Havalimanından çıktıktan sonra Terminal 2’nin önünden kalkan 13 ya da 39 numaralı otobüse ya da minibüslere biniyorsunuz 15 dk.lık bir yolcuktan sonra Moskovasya durağında inip metroya biniyorsunuz. Metroda mavi hattı kullanarak 7 durak sonra Nevsky Prospect’e ulaşıyorsunuz. Otobüs ve minibüste inerken parayı veriyorsunuz, metroda ise gişelerden jeton alabiliyorsunuz. Yazın şehir çok pahalı olduğundan dolayı toplu taşımayı kullanmanızı şiddetle öneriyoruz. Duyumlarımıza göre havalimanından şehre taksiler 80-100 dolar yazıyormuş :)

                            

        Şehir gibi otelimizde 300 yıllık kaleden bozma olup, tam merkezde olunca odamıza yerleşir yerleşmez hemen kendimizi dışarı atıyoruz. İlk karşımıza Kupetz Elliseevs adlı kocaman bir pastane çıkıyor, bizde ki tarihi Markiz’in 1500 katı filan, gece vitrin bildiğiniz masal dünyasına dönüşüyor. O kadar şahane bir yer ki 3 gün 3 gece boyunca her gün gitmek zorunda kaldık J Tarihi şekerlemeciye sırtımızı verip meşhur Nevsky Prospect’ te yürümeye başlıyoruz.

                              

                             


       1750’li yıllarda yapımına başlayan ancak 23 yılda tamamlanan dünyanın hem ilk hem de en büyük AVM’ si Gostiny Dvor ile karşılaşıyoruz. Tam tamına 5300 m2 lik bir alanda 180’e yakın dükkan bulunuyormuş. Yürümeye devam edince hemen ileride Kazan Katedrali ile göz göze geliyoruz ve bismillah diyerek içeri giriyoruz. Avrupa’yı birebir kopyalamaktan çekinmeyen Petro, Vatikan’da ki Katolik San Pietro Katedrali’nin aynısı buraya yaptırıyor adına da Kazan Katedrali koyuyor. ,İçeriye giriş ücretsiz, papazın yanına gidip hayır duası almak istiyorsanız bizde ki gibi başınızı örtmeniz gerekmektedir.

                                  
                              


                                                                                                                                                                                                     

   
        Buradan çıkıp tam karşımızdaki köşede 1904 yılında Art Nouveau tarzında inşa edilen bütün ihtişamıyla bizi Singer Binası karşılıyor. Bildiğimiz Singer dikiş makineleri şirketi buraya gökdelen yaptırmak istiyor fakat şehir kurulu en yüksek binanın Çar Saray’ından 23,5 metreden daha yüksek olamayacağı sebebiyle izin vermiyor. Ve bu kural hala geçerliymiş. Belki de şehri bu kadar güzel gösteren hemen hemen aynı boyda olup fazla yüksek olmayan binaları ile geniş ferah caddeleri… Singer Binası’nda ilk iki kat kitapçı olup ikinci katta ki kafesinde biraz soluklanıp Kazan Katedrali’ne karşı içeceğinizi keyifle yudumlayabilirsiniz.
       



           
                             

   
        Singer Binası’ndan çıkıp arkanıza baktığınızda meşhur Church Of The Savior On Blood yani Dökülen Kanlar Kilisesi karşılaştığınızda canınız deli gibi çikolata şeker çekebilir, şeker kaplama pasta mimarisine benzeyen bu kilise şehrinde simgesi sayılmaktadır. Her ne kadar şeker gibi gözükse de Rus İmparatoru 2.Alexander’ın 1881’ de suikaste kurban gittiği yere oğlu 3. Alexander bu Ortodoks kiliseyi yaptırıyor. Sadece gündüz gözü ile görmeyin, hava kararınca üşenmeyin gidin yine görün ve tabi ki bol bol fotoğraf çekin ki sonra bakmalara doyamayacaksınız.

                     
                    

        Dökülen kanlar kilisesinden çıkıp meşhur Dvortsovaya Meydanı’na geliyoruz. Kocaman bir meydan ve üzerinde dünyanın en büyük müzesi kabul edilen Hermitaj Müzesi, Kışlık Saray ve Genelkurmay Başkanlığı Karargahı bu meydanda bulunuyor. Yapılar ne kadar gösterişli, çatıda bulunan atlı heykeller ne kadar şahane de olsa meydan bize biraz sevimsiz ve boş geliyor. Hava karardıktan sonra meydanda nevi şahsına münhasır birçok sanatçı kendi çalıyor, kendi söylüyor size de içeceğinizi alıp bu tarihi atmosferde kendinizi müziğin akışına bırakmak kalıyor.




  
        Dünyanın en büyük müzesi kabul edilen Hermitaj Müzesi’ni gezmediğimizi belirtmek isteriz. Nedenine gelince öncelikle bilet almak için girilen kuyruk bizde ki emekli kuyruğun yanında halt etmiş. İkinci ise inanılmaz gözümüzde büyüdü çünkü müze o kadar büyükmüş ki her eserin başında yalnız 3 saniye durursak 3,5 yılda ancak gezmeyi bitirebilirmişiz. İçeride ki muhteşem eserlerin yanında, depolarda sergilenmek için bekleyen eserleri farelerden korumak için yaklaşık 200 kedinin ssk+yol+ciğer kadrolu çalıştırılması da müzenin başka bir özelliği :)

        
        Hava kararınca şehir bambaşka bir çehreye bürünüyor. Bütün binalar ışıklandırılmış ve binaların dokuları bozulmasın diye koca koca tabelalar da yok. Gündüzü başka gecesi bambaşka bir şehir…


                             


                                 


       Gece 24:00 olunca meşhur 2 saat sürecek kanal turuna çıkıyoruz, kanalların ve nehrin etrafında ki ışıl ışıl şehri gözlerimiz kamaşarak hayranlıkla izliyoruz. 1 saat tekne ile gezdikten sonra tam nehrin ortasında duruyoruz. Nehrin ortası tekne, kıyılar ise insanlarla dolu, herkes saat 01:30 da başlayacak köprü açılışlarını bekliyorlar. Ve köprüler tek tek açılırken insan çığlıkları, peş peşe patlayan flaşlar müthiş bir atmosfer yaratıyor.
        
                                           


       Ertesi gün tabanlara kuvvet diyerek ilk durağımız Saint Isaac Katerdrali oluyor. Dünyanın en büyük tek kubbeli kilisesi olup, dünyanın en büyük 4. büyük Ortaodoks kilisesiymiş. Kulesine çıkıp harika şehir manzarasını izleyebiliyorsunuz.





      Kilisenin bulunduğu meydanda 1. Nikolay Anıtı’nı görüp, Aleksander Bahçeleri’ nde çimlere yayılarak kısa bir mola veriyoruz. Yürümeye devam diyerek Gök Gürültüsü Taşı denilen yaklaşık 1500 ton olan, yıldırım çarpması sonucu bir kayalıktan kopan devası granit kaidenin üzerinde duran Büyük Petro Heykeli’ne de küçük bir selam vererek yolumuza devam ediyoruz.


                                 


        Dvortsovy Köprüsü’nün üzerinden karşı kıyıya geçiyoruz. Merkez Donanma Müzesi ile 32 mt. Yüksekliğinde ki iki deniz feneri olan Rostral Sütunleri ‘ ni de görüp şehrin ilk kurulduğu yer olan Peter ve Paul Kalesi’ne ulaşıyoruz.


                          


        İçeride yer alan Katedralin çan kulesi dünyadaki en uzun Ortadoks çan kulesidir. İlk başta İsveç ordusuna savunma amaçlı yapılan yapı, savaş bittikten sonra tamamlanınca hapishane olarak kullanılmış ve Dostoyevski, Gorki, Troçki, Lenin ağabeği Alexander gibi isimler burada tutsak edilmiştir. İçeride birçok müzenin bulunduğu kalede Ortaçağ İşkence müzesini mutlaka görmelisiniz.



                            


     Peter ve Paul kalesinden çıkıp karşı yola geçince 1910 yılında 2.Nikolay'ın zamanında yapılan masmavi kubbesi bulunan Tatar Camisi 'ni görüyoruz fakat restorasyonda olması sebebiyle içini gezemiyoruz :(


                                       


         Son gün, 3. Günümüzü Dostoyevski’nin evine ve meşhur Peterhof Sarayı’na ayırıyoruz. Nevsky caddesinden 20 dk yürüyerek Dostoyevski’nin evine ulaşıyoruz. Evin karşı dairesi müzeye çevrilmiş, ev ise tam orijinal kalmamakla birlikte gerçeğine uygun olarak muhafaza edilmiş.


                                                                       
                                                                                 











                                                                                                                              
                                 
           
     Peterhof Sarayı’ na gitmek için iki alternatif yol var. Birincisi Donanma Binası’nın önünden kalkan Hidrofiller ile 45 dk da saraya ulaşabiliyorsunuz. Fakat gidiş-dönüş saatleri sıkıntı yaratabileceğinden dolayı karayolunu tercih ediyoruz. Metro ile 1 numaralı kırmızı hattı kullanarak Antovo istasyonunda inip, yolun karşı tarafında ki Peterhof minibüslerine biniyoruz. İyi ki karayolunu tercih etmişiz ki minibüsten indiğimiz yerde hasbelkader hiç bilmediğimiz şahane ötesi Aziz Peter ve Paul Katedrali ile karşılaşıyoruz.





        Kocaman bir bahçeden geçip sevgili Petro’nun yazlık sarayına ulaşıyoruz. Bu nasıl bir ihtişamdır, bu nasıl bir büyüklüktür diye diye gezmeye başlıyoruz. Baltık Denizi kıyısında 607 hektarlık bir arazinin üzerine kurulmuş bu ihtişamlı saray her dönemin kraliçesi bir önce ki kraliçeyi zevksiz bularak, yenilene yenilene bugün ki şahane görüntüsüne ulaşıyor. Bahçede 37 yaldızlı bronz heykel, 64 çeşme ve tam tamına 142 fıskiye bulunuyormuş. Petro’nun misafirlerine şaka yapıp üstlerini ıslattığı yol mu dersiniz, Petro’nun sadece içmek için kendine yaptırdığı mütevazi küçük ev mi dersiniz bunun gibi bir süre gezilecek yer ve hikaye var bu sarayda…


                           


        

 

         Dolu dolu geçirilen 3 günün sonunda 4. gün yavaş yavaş kürkçü dükkanımıza dönmek üzere Palkova Havalimanına yol alıyoruz.



Lüzumlu Bilgiler :


1- Gitmeden önce Rasputin’in hayatı ile Dostoyevski’nin Beyaz Geceler adlı kitaplarını okuyup giderseniz şehre hiç yabancılık çekmezsiniz.

2- Havalimanından ilk etapta şehre gidebilmek için bir miktar doları ruble bozdurmanız yeterli. Şehirde ülkemizde ki Denizbank’ın sahibi olduğu Sberbank’ın ATM’lerinden sıfır komisyona yakın herhangi bir banka hesabınızdan çok rahat ruble çekebilirsiniz.

3- Şehir pahalı olduğu için hediyelik eşyalarda inanılmaz pahalı, ele gelir matruşkalar 80-90 dolar civarı satılmaktaydı. En güzel hediyelik eşyalar eğer gidebilirseniz Peterhof Sarayı’nın çıkışında kurulan pazarda satılıyor. Merkezde ise Dökülen Kanlar Kilisesi etrafında tezgahlar kuruluyor.

4- Şehrin her tarafı kahveci, bol bol kahve içip yanında enfes tatlılar tadabilirsiniz.

5- Yemek için birçok alternatif var. Nevsky caddesi üzerinde sayısız restaurant bulunmakta ve hemen hemen hepsi iyi sayılır.

6- Şehrin her yerinde Wi-Fi mevcut, internet sıkıntısı çekmiyorsunuz.

7- Kazan Katedrali dışında tüm müzeler ücretlidir. Müzelerin içinde girilen diğer bölümler içinde ayrı ücret ödenmektedir. ( Müze Kart şart :))

8-Otelinizi kesinlikle Nevsky Prospect caddesinden seçmelisiniz ki günde ortalam 20 km yürüyerek şehri hem gece hem de gündüz bol bol gezebilesiniz.