18 Şubat 2015 Çarşamba

CAPE TOWN

     Pilanesberg’ ten tekrardan 2 saatlik bir araba yolculuğu ile Johannesburg havalimanına varıyoruz. Öncelikle kiralık arabamızı teslim ettikten sonra Cape Town’a uçmak üzere havalimanına giriyoruz. Havalimanı öyle aman aman bir havalimanı değil, bir de üstüne bineceğimiz uçağı görünce ister istemez geriliyoruz. Uçağımız Kulula Havayolları’na ait yemyeşil bir uçak, hemen yanında da Mango adlı turuncu bir uçak var. Renkler böyle olunca ister istemez hemen önyargı oluşuyor. Sonra diyoruz ki Afrika kültürü, modası uçaklarına da yansımış :) Yemyeşil uçağımıza binip 1,5 saat sürecek Cape Town’ a uçuyoruz. Güney Afrika’ya yukardan bakınca tarlaların sulama tekniklerinden dolayı dikdörtgen değil, yuvarlak şekilde olduklarını da görüyoruz.
















     Uçak yolcuğumuz keyifli geçiyor. İç hatlardan geldiğimiz için çok rahat geçiyoruz. Bu arada Güney Afrika bizden vize istemiyor. Johannesburg’ ta pasaport kontrolünde Afrikalı yerli görevli çok kibar bir şekilde “Ülkeme neden geldiniz?” diyor, sizde ziyaret sebebinizi açıkladıktan sonra, eyvallah deyip geçiyorsunuz.



     Havalimanından, kalacağımız otel balayı çifti olduğumuz için bizi son model bir Jaguar ile karşılıyor, tabi bu bize güzel bir sürpriz oluyor. Havalimanından Cape Town merkez yarım saat sürüyor, yolda teneke barakalarda yaşayan sefil Afrika ile yine karşılaşıyoruz ama burası Johannesburg gibi toz toprağın içinde değil, asfalt, beton yollar üzerinde kurulmuş derme çatma teneke mahalleleri. Bu arada devlet burada yaşayan insanlar için toplu konut yapıyormuş, ama burada yaşayanlar verilen evleri satıp yine yaşadıkları teneke evlerde yaşamaya devam ediyormuş.



     Cape Town merkeze, kalacağımız otele varıyoruz. Otelimizin adı The Commodore Hotel, konumu, odamızın manzarası, kahvaltısı harika, zamanında belli ki ihtişamlı bir otelmiş ama şu an sıkı bir tadilata ihtiyaçı var :) Ağzım bir karış açık şekilde etrafa bakınıyorum. Bir kere buranın Afrika ile uzaktan yakından bir alakası yok. Şehir zamanında buzulların aşınmasından dolayı tepesi dümdüz olmuş Masa Dağı ( Table Mountain ) etrafında kurulmuş, her yer yemyeşil, sahil kısmında fazla yüksek katlı binalar olmayan, çoğunlukla az katlı mimarileri birbirine yakın evlerden oluşan şahane bir yer. İşin komiği sözde Afrika’dasınız ama zenci yok gibi bir şey. Şehirde Afrikalı’ dan çok İngiliz ve Hollandalı görüyorsunuz. Bunun sebebi ise 1652 yılında Hollandalılar, Hindistan ile deniz ticareti yapabilmek için buraya Doğu Hindistan Şirketi kuruyor, gel zaman git zaman şirket büyüyor sonra da batıyor. Hollandalılar şirket battıktan sonra bile burada yaşamaya devam ediyor, İngilizler ise zamanında buraları sömürdükleri için onlardan da sıkça görüyorsunuz.














          2010 Dünya Kupası'na ev sahipliği yapan stadın tasarımında bisiklet tekerinden esinlenilmiştir.







     Otelimiz marinaya yürüme 5 dk mesafede olduğu için, hemen meşhur Victoria & Alfred WaterFront’ a gidiyoruz. İsimler dönemin İngiltere kral ve kraliçesinin adları. Burası liman etrafında kurulmuş alışveriş merkezi, eğlence yerleri, harika restaurantların ve kocaman bir dönme dolabın bulunduğu bir marina. Kalacağımız 3 gün boyunca vaktimizin birçoğunu burada geçiriyoruz. İlk gün marinayı biraz keşfedip, yemek yedikten sonra dinlenmek üzere otelimize geçiyoruz.























            


     Cape Town’ da araba kiralayabilirsiniz, fiyatlar son derece makul. Ama biz önceden duyduğumuz Karadenizli Nizam Bilgin adlı bir amcanın oğlu ile birlikte günlük düzenlediği tura katılıyoruz. Adam başı 60 dolar, sizi sabah otelinizden alıyor, akşam 6 ya kadar hemen hemen görülmesi gereken her yeri gezdiriyorlar. Yemek dışında her şey fiyata dahil. Nizam amcaya ulaşmak isterseniz eğer THY ile uçacaksanız, kabin personellerine sorun size mutlaka yardımcı olacaktırlar, çünkü duyduğumuza göre tüm ekibi Nizam amca ile oğlu gezdiriyormuş. Biz telefon numarasını kaybettik ondan yardımcı olamayacağız. Bu arada oğlu Kazım’ın anlattığına göre babası, yılın altı ayını Güney Afrika’ da, altı ayını memleketi Rize’ de geçirince senenin 365 günü şortla geziyormuş :)









     İkinci gün önceden anlaştığımız Kazım Bilgin, bizi minibüsle otelden alıyor, bizden başka 5 kişi daha var ve hepimiz Türk’üz. İlk durağımız Hount Bay isminde küçük bir balıkçı kasabası. Buradan tekneyle Seal İsland ‘a fok balıklarını görmeye gidiyoruz. 20-25 dk.’lık tekne yolculuğu ile fok balıklarının minik bir ada üzerinde yaşadıkları Seal İsland’a geliyoruz. Tekne adaya çok yanaşmıyor uzaktan tembel tembel yatan sevimli fok balıklarını izleyip fotoğraflarını çektikten sonra geri dönüyoruz.





































     İkinci durağımız Afrika kıtasının güney ucu, dünyanın en güneybatısı Ümit Burnu ( Cape of Good Hope ). Burayı Portekizli kaşif Bartolomeu 1488 yılında keşfediyor. Ümit Burnu’nun doğusunda Hint Okyanusu batısında Atlantik Okyanusu yer alıyor. Manzarayı görüp, bulunduğumuz konumu düşününce kısa süreliğine hayretler içerisinde kalıyoruz. Tabi bizde Japonlar gibi bol bol resim çekiyoruz, çektiriyoruz. Fakat daha sonra okuduğumuz bir dergiye göre Afrika’ nın en güney ucunun Ümit Burnu değil, Angullas Burnu olduğu kabul edildiği yazmaktaydı.























     Ümit Burnu’nun hemen yanında başka bir burun olan Cape Point’ te çıkıyoruz. Buranın en tepesinde tarihi bir deniz feneri bulunuyor. Yukarı tırmanmak için teleferiği kullanabilirsiniz, biz çok sıra olduğu için yürümeği tercih ettik. Yol üstündeki çeşit çeşit bitkileri inceleyerek, muhteşem manzarayı seyrederek yukarı çıkıyoruz. Bu bölge Milli Park olarak ilan edilmiş. Tek tehlike arz eden Babunlar, karşılaşırsak uzak durmamız sıkı sıkı tembih ediliyor. Zira bu çok şirin gözüken babunlar eşyalarınızı çalıp kaçabiliyorlarmış :) Çok görmek istememize rağmen maalesef babunlarla hiç karşılaşamıyoruz.











































     Saatler öğleyi buluyor, artık acıkıyoruz ve Ümit Burnu’nun tek yemek yenilecek yeri olan Two Oceans’ a oturuyoruz. Manzara, dekor ve yemekler şahane ötesi, yediğimiz o kadar güzel yemeğe ödediğimiz hesap ise bizi yine şaşırtıyor.






                           









     Portekizli Bartolomeu’ nun keşfettiği Ümit Burnu’ nu biz de keşfettikten sonra doğal taşların çıkarılıp, işlendiği Mineral World adlı taş fabrikasına gidiyoruz. Fabrika tepelerde bir yerde olduğundan dolayı, bulunduğumuz yerden manzara yine harika ötesiydi. Taş fabrikasını geziyoruz, burada değerli taşlardan yapılmış mücevherler ve yine yarı değerli taşlardan yapılmış hediyelik eşyalara bakıyoruz. Envai çeşitte şifalı denilen taşları inceliyoruz, aklımızda sadece ametistler kalıyor.
























     Gezi sırasında yemyeşil, genelde bembeyaz evlerin bulunduğu meşhur üzüm bağlarından geçiyor, rehberimizden varsa hikayelerini dinliyoruz. Yolumuzun üzeri Atlantik Okyanusu olunca yer yer balinalarla da karşılaşıyoruz, bize selam verircesine sularını püskürtürken yakalayabiliyoruz.











     Turumuzun son durağı Simon’s Town’ da ki sevimli penguenler oluyor. Burası lüks evlerin bulunduğu minik bir tatil kasabası görüntüsünde masal gibi bir yer. Boulders Plajı’na giriyor ve sevimli Penguenleri izliyor, bol bol fotoğraflarını çekiyoruz. Ve 18:00 gibi otelimize dönüyoruz.


























     Üçüncü günümüzde ne plan ne de program yapmak istiyoruz. 7 gündür yoğun bir şekilde ordan oraya gitmekten son günümüzü akışına bırakmak istiyoruz. Sabah otelimizde güzel bir kahvaltı yapıp yürüme meşhur Long Street’ e gidiyoruz. Hala buranın bir Afrika ülkesi olduğuna inanamıyoruz. Caddeyi turladıktan sonra şansımıza buranın meşhur hediyelik eşya pazarı olan Green Market’i buluyoruz. Alışverişimizi yaptıktan sonra güzel bir yemek yemek için Victoria& Alfred WaterFront’ a gidiyoruz. Yemeğimizi yedikten sonra marinayı baştan aşağı tekrar turluyoruz. Sahilde Nobel ödülü almış 4 Güney Afrikalı’ nın büstleri önünde fotoğraf çektiriyoruz. Nobel Barış Ödülü alan Nelson Mandela’ nın büstünün önünde “Bir daha asla bu topraklar yabancıların zulmünü yaşamayacak.” yazıyor. Şehri gezerken Afrikalılar için Mandela’nın önemini iyice anlıyoruz. Her yerde Mandela’nın resimlerini, yazılarını görebilirsiniz.




























     Dördüncü günümüz Cape Town’ da son günümüz, öğlen 2 de uçağımız olduğundan, sabah erkenden otelden çıkıp sahil kısmında yürüyüşe çıkıyoruz. Sahil sabahları spor yapan insanlarla dolu, bisikletçiler mi dersiniz, koşanlar mı dersiniz, paten binenler mi dersiniz hepsi çok sağlıklı ve renkli görüntüler oluşturuyor.
     Cape Town’ da yapılması gereken ama bizim artık yorgunluktan ve gözümüzde büyüttüğümüz için yapamadığımız iki şeyden söz etmek gerekirse ilki Masa Dağ’ına çıkmak , 2-3 saatinizi ayırmanız gerekir, teleferik ile dağın tepesine çıkıp muhteşem manzaranın tadını çıkarabilirsiniz, biz o kadar güzel manzaralara şahit olduk ki artık dağ manzaramızda eksik kalsın diyerek çıkmaktan vazgeçtik. Eğer Table Mountain’ e çıkarsanız dağın eteklerinde kurulmuş, Kirstenbosch Botanik Bahçesi’ne de uğramayı unutmayın. İkinci ise hemen sahilin karşısında bulunan Nelson Mandela’nın 27 yıl hapis yattığı Robben Adası’ na gidip ünlü hapishaneyi gezebilirsiniz. Hapishaneyi gezerken zamanında orada yatmış mahkumlar size rehberlik yapıyormuş.










                                             Botanik Bahçesinde Bulunan Çiçekler









     Cape Town ile ilgili iki tane de gereksiz bilgi vermek istiyoruz. İlk ki dünyada ilk kalp nakli 1967′de Dr. Christiaan Barnard tarafından Cape Town’ da Groote Schuur Hospital’de gerçekleştiriliyor. Bu kalp naklinin donörü olan beyaz bir kız, böbreklerini de zenci bir hastaya bağışlıyor. Bu da o zamanlar çok büyük tartışmalara yol açıyor. Dr. Barnard tıpta çığır açtığı gibi modaya da ilham oluyor ve ameliyat sırasında giydiği gömleklerinin stili erkek gömleklerine model oluyor.
     İkincisi ise, reklam olacak ama ülkemizde Doğadan çayın ürettiği sallama Rooibos Vanilyali çayın içinde bulunan Rooibos bitkisi Güney Afrika’ nın batısında bulunan Cederbeg dağında yetişen bir bitki. Bu bitki genel olarak çaylarda ve pastalarda kullanılmaktadır. Size tavsiyemiz marinada dönme dolabın hemen yanında bulunan pastanede, mutlaka rooiboslu pasta yiyin ve çayını için.





     Ve bizim 9 günlük Güney Afrika, Johannesburg – Pilenesberg – Cape Town gezimiz sona eriyor. İstanbul’a evimize dönmek için havalimanına gidiyoruz. Yolculuğumuz Johannesburg’ da yolcu almak için uçağımızın 2 saat yerde beklemesi nedeniyle 13 saat sürüyor. Johannesburg havalimanında ünlü İngiliz kulübü Manchers City' i taşıyan uçak ile de karşılaşıyoruz.





























    Bir sonraki Bangkok yazımızda görüşmek üzere…









13 Şubat 2015 Cuma

PİLANESBERG


        Johannesburg’ dan kiraladığımız araba ile yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra Pilanesberg’ e varıyoruz. Yolculuk sırasında gerçek  Afrika ile de yer yer  karşılaşıyoruz. Birkaç kez arabadan inip fotoğraf çekmek istiyoruz fakat bunu pek güvenli bulmuyoruz. 




        Safari yapacağımız Pilanesberg National Park' a ulaşınca artık kendimizi güvende hissetmeye başlıyoruz. Sakın ola ki Park lafını duyunca belli sınırlarla çevrili içinde birkaç vahşi hayvanın yaşadığı bir alan düşünmeyin. Burası uçsuz bucaksız, sadece hayvanların gözlemlenmesi dışında, hiçbir müdahalede bulunulmayan tamamen doğal bir ortam. Ve bu ortamın bir köşesinde, ortama uygun mimaride yapılmış Shepherd’s Tree Game Lodge kalıyoruz. Otelimiz lüks ve sade bir otel. Kapıda bizi ıslak havlular ve rose şaraplarla karşılıyorlar. Bu gelenek her safari dönüşümüzde de devam ediyor. Fakat en makbule geçeni akşam döndüğümüz ve en çok üşüdüğümüz safari sonrası bizi sıcak havlu ve sıcak çikolata ile karşıladıkları akşamdı. Etrafı elektrikli tellerle çevrili, odalar tek katlı ev şeklinde dizayn edilmiş, kocaman bir banyosunun dışında balkonunda da duş bulunan ve sizi fazlasıyla huzurlu ve sakin hissettiren bir yer. Odanızdan çıkıp otelin lobisine yürümeniz yasak, telefon açıp golf arabasıyla gelen görevli ile birlikte lobiye ulaşabiliyorsunuz, ne me lazım bir leoparın çitleri aşıp oralarda bir dolandığını düşünün bakalım…







        Odamıza yerleşip, odamızın keyfine baktıktan sonra hayatımızın ilk safarisine çıkmak üzere hazırlanıyoruz. Ağustos ayında Güney Afrika’da kış mevsimi yaşanmasına rağmen hava soğuk değil. Saat 16:00 gibi safariye katılacak herkes otelin havuz başında toplanıyor, önce çay saati yapıp, gruplara ayrılıp üstü açık jiplere geçiyoruz. Bizim jip 5 kişiyiz ve rehberimiz Mr. Adam, 24 yaşında olup bizden daha heyecanlı:) Otelin kapısından peş peşe çıkıp ayrı yönlere giderek parka dalıyoruz.








        Yollar toz toprak, bizler şaşkınlık ve heyecan içinde etrafımıza bakınmaya başlıyoruz. O da ne daha 10 dk bile olmadan cipin tekerleği patlıyor. Çorak arazinin ortasında yarım saat tekerleğin değişmesini bekliyor, etrafımızı pür dikkat izliyoruz. 



       Tekrardan yola koyuluyoruz, biraz gittikten sonra telsizden anons geliyor. Diğer gruplardan biri aslan gördüklerini haber veriyor, o tarafa doğru hareket ediyoruz. Ve doğal ortamda ilk sevgili orman kralı aslanımızla göz göze geliyoruz. Nasıl kendinden emin nasılda heybetli, muhteşem bir yaratık olduğunu kendi de çok iyi biliyor. 



        Zebra, impala, gergedan sürülerine rastlıyoruz, hepsinin fotoğraflarını çekip, izliyoruz. Akşam gün batımında, etrafı güvenli bir göl kenarına yanaşıp mola veriyoruz. Göl kenarında ki ağaçların dallarında hiç görmediğimiz kuşlar görüyoruz. Mr.  Adam cipten içecekleri ve atıştırmalıkları hazırlıyor. Dünyanın bir ucunda, vahşi doğanın içinde, göl kenarında güneş batarken içeceklerimizi yudumlarken içimden şükrediyorum…







         Keyifli bir moladan sonra 2 saat daha turluyoruz. Hava artık kararıyor. Zifiri karanlık, tanımlanamayan sesler ve başımızı yukarıdoğru kaldırır kaldırmaz muhteşem gökyüzüyle karşılaşıyoruz. Kendimizi yıldızları avuçlayabilecek kadar yakın hissediyoruz. Safarinin en muhteşem anlarından birini yaşıyoruz. Öğrendiğimize göre gördüğümüz sadece Güney Küre’ de gözlenebilen, Güney Haçı adlı en önemli yıldız topluluğumuş.






        Yaşadığımız 3 saatlik inanılmaz bir deneyimden sonra otelimize geri dönüyoruz. Yemeğimizi yemek için otelin bahçesine yöneliyoruz ve muhteşem bir ambiyansla karşılaşıyoruz. Ateşler ve mangallar yakılmış, masalarda gaz lambası tamamen doğal bir ortam yaratmışlar. Yemekler ve sunumlar şahaneydi. Ama o kadar yorgunduk ki yemeğimizi yedikten hemen sonra sabah saat 5:30’ da tekrar çıkacağımız safari için odamıza dinlenmeye çekiliyoruz.




        Sabahın dört buçuğunda saat 05:30’ da hazır olmak için uyandırılıyoruz. Sabahın köründe söylene söylene uyanmaya çalışırken, odamız tekrar aranıp 10 dk içinde hemen lobide olmamız gerektiği, otelin önünde av olduğu haberini veriyorlar. Paldır küldür odadan çıkıp arabayı bile beklemeden lobiye doğru koşuyoruz. Hemen çiplere atlayıp avın olduğu yere gidiyoruz. 6-7 tane vahşi köpek impalayı iştahla yemeğe başlamışlar bile, görüntü ne kadar kötü olsa da bu da doğanın kanunu diyerek kendimizi teselli ediyoruz. 



        2,5 saat kadar parkta tur atıyoruz, iki filin ağaç için tutuştukları kavgayı keyifli izliyoruz. Sürülerce impala , zebra sürüleri görüyoruz. Sırf 1 saat boyunca leopar izi uzaktan da olsa görmeyi  başarıyoruz.





        2 gün boyunca sabah ve akşam olmak üzere 4 kere safariye çıktık. Ve şansımıza Big 5 in dördünü  gördük.  Big 5, aslan, leopar, fil, bufalo ve gergedandan oluşan, büyüklükleri için değil saldırganlıkta ilk beşe girdikleri için hayvanlara verilen isimdir. En çok leopardan etkilendik. Çok asil ve güzel bir hayvan vesselam …Otelimiz temiz ,konforlu ve yemeklerde güzel olunca safari turumuz beklediğimden çok daha iyi geçti. Eşimle ikimiz inanılmaz bir keyif aldık ve birkaç sene sonra tekrardan safariye çıkmak için birbirimize söz verdik. Safari için ilerleyen yıllarda durağımız Kenya- Serengeti’ yi ajandamıza ekledik.


      
        2 gün Pilanesberg ‘de kaldıktan sonra Cape Town’ a uçmak üzere havalimanına doğru yola çıkıyoruz . Cape Town yazısında görüşmek üzere…